Bir Konser Anısı - Bir Ara Malikian Yazısı

Yazar

Nehir Yılmaz

28. Sayı

Diğer

“Yolculuğun başında; “Yanıma kim oturacak” demiş olmalı içimdeki ses.
Hemen sen oturdun çünkü müzik kesildiğinde kabarık saçlarınla.
Ve keman çalmaya başladığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Ara Malikian…
Kulakları köprü eyleyen, ruhları Brahman'a taşıyan arabacı sensin benim için.
Ve ben hala…
Ve ben hep…
Yolcu...”

 

Bu satırlarla ona teşekkür etmiş ve Youtube'dan yine çok sevdiğim Paco De Lucia'dan ilk dinlediğim “Zyryab “ı , Ara Malikian'ın kendi yorumuyla bitirmiştim yoga tezimi. Dakikasını bile yazmıştım. Ruhum bir nebze kaybolduysa ve bu tezler, projeler bittiyse, sayesindeydi.  Yoga felsefesinde Atman-Brahman karşılaşması… Evrenin ruhu, Mutlak Brahman’la, İnsanın Öz'ünü, Kutsal olan Atman’ı algılaması. Ve artık Atman’ın Brahman’a, Brahman’ın Atman’a dönüşüp, evrensel gücün, Bir'lik dansına evrilmesi... Çokça gözyaşı gördüm bu şarkıda. Trakya türküleri gibi, 9 -8’lik gülümsetirken, kocaman bir boşluğu ve kayboluşu hatırlatıyordu bu ezgiler bana... Yine ilk aşk gibi bir şarkının peşinden gidiyordum, kulaklarım havada.

Tez boyunca bir cümlenin bazen bir saatte çıkmasını sağlayan, bazen dosyayı kapatıp öylece boşluğu baktıran, bütünümle hissettiğim o müzik, o ruh ilginç bir kaynaktan geliyordu. Aşina değildim.

Çıldırmışçasına tüm diskografiyi didik didik etmiştim.

Bir pazartesi günü stüdyoda, eski bir gazetenin üstünde patates soyuyordu Yasemin. Islanmış gazetenin sol alt sütununda bir konser haberi vardı. Ara Malikian İstanbul'a geliyordu. Hemen kupürü yırttım. Cüzdanıma koydum. Küçük bir orman cinini kutuya koymuştum sanki. Bütün gün ders vardı, bilet almayı unutmak istemiyordum. Gün bitimi köşedeki AVM’den bilet aldım. Neye ve nereye gidecektim, ne duyacaktı kulaklarım, büyü gidecek, efsun bitecek miydi? Müziği, adamı ve oradaki kalbimi çok meraktaydım.  

Işıklar söndü. Konser başladı. Sahneye dumanlar ve kemanında teller saçılan, ruhları Brahman'a taşıyan arabacı çıktı. Gözümden süzülen yaşlar duygudan değil, duygusuz, olduğu gibi akan yaşlardı. Kulaklarım içer gibi dinledi o gece orada kemanı. Kemanın saçılan tellerini ve halimi görmeyen kemancının saçlarını…

Kulaklarım... Kalbim... Sahne performansı değerlendirmek en azından bu durum için hiç derdim ve haddim değildi. Mesele şahsiydi, herkesin içindekine kimse karışmasındı.  Kitleye vurup kümülatif bir sanat çıkarımı yapacak bir durumum da yoktu. Etkisinden çıkamadığım birkaç günün ardından yeni bir arayışa girmiştim.

Bu müziği bir daha duymanın, sahneyi bir kere daha görmenin heyecanı vardı halının saçaklarına bakan boş gözlerimde. Yeryüzünde bir kez daha olsaydı böyle bir gece? Nasıl olurdu? Nerede olurdu mesela.

“Benimle birlikte dünyanın başka yerlerine gidemezsin, en azından uçakla yani.” diyen sevgilime baktım. Bilgisayar başında çayını içiyordu, masum. Sakin, terli bir yazı müjdeleyen esintiler balkon perdesini uçuşturdu ya da ben uçuyordum ya da yakında biz birlikte uçacaktık. Evet, uçacaktık. O koltuktaki masum bunu bilmiyordu.

 “Hadi bakalım.” dedim. Ara Malikian'ın dünya turunu çıkaralım şimdi. Küçücük bir kâğıda yazdım sıra sıra. Yok Amerika olmaz çok uzak. İspanya, Zaragoza! Buna bir bakalım, salon stadyum gibi mi, yok olmaz.

Paris! Pağii yani.

Casino De Paris. Salona baktım, avuçlarım kaşındı. Tam Paris kırmızısıydı her şey… Her şey yanıyordu; biletler, döviz, çayın altı… Ben… “O zaman vira Paris!” dedim içimden. Bir hafta içinde her şeyi ayarlamıştım. Sadece uçak fobisi olduğunu “sanan” adamı kandırmak kalmıştı geriye. “Kasımda aşk başkadır.” desem de klişelerle dalga geçen bir insanın (yıldönümü de dedim bir de) nesine güvensindi. Şanslıydım, güvendi kırmızı gözlerime.

Ve kasımda Paris’te sanırım her şey başkaydı. Sarı yelekliler yeni yeni iniyordu şehre. Anonslar yapılıyordu. Polisler, tomalar meydanlardaydı. Şaşkın, heyecanlı, meraklı izliyorduk şehri. Dünya her yerde farklı sınırlarla, aynı mücadelelerin peşindeydi; özgürlükler ve insanca Yaşam Hakkı…

Ancak bundan sonra gelebilirdi her şey; kültür, sanat, hayatın binbir hoş ve boş detayı. Ancak bu ilk basamaktan sonra seni tam anlamıyla var edebilirdi çünkü yaşam. İstanbul'da bir gece bir konser sonrası Taksim insana kesmişti. Dün gibi hatırlıyordum bunu. CRR'den çıkmıştık mayıs ayının son gecesi. Gezi başlıyordu. Evet o Gezi Olayları... Aynı hisse kapıldım bir an. Başka bir kentte, aynı hisse.

 

Konser salonu, Rue de Clichy Caddesi’ndeydi. Bu cadde aşağı ve yukarı yürürsen parklara çıkıyordu. Burada her şey seni parklara, ağaçlara götürüyordu. Bir saat önceden oradaydık. Yol üstünde bakkalımsı bir marketten, bir şişe Fransız üzüm suyu aldık.  Üstelik bu mantarlı üzüm suları, sudan ucuz ve lezzetliydi. İki de plastik kadeh verdiler bakkaldan. Parka yürüdük ve şişeyi bitirdik. Sonra konser salonunun önüne dönüp beklemeye başladık. Cadde hala sakindi. Salonun önünde bizim gibi erken gelenler ayaküstü laflıyordu. İki kadın keyifle sigaralarını içiyorlardı gülüşerek. Sanki tanıyordum birini. Evet, Ara Malikian'ın karısıydı bu. Fotoğraflarından daha renkliydi İspanyol yönetmen Nata Moreno.  Sevgilime “Ben bir gidip merhaba diyeyim” dedim sanki arada bir Asmalı Mescit'te rastlaşıyormuşuz gibi.  O da “Saçmalama!  Şimdi bir şey der keyfin kaçar, bak kaç aydır bu konseri bekliyorsun, hem sen sevmezsin böyle şeyleri” dedi, tuttu.  Gittim. Kırık, dökük, şaraplı İngilizcemle saçma durumumu anlattım. “İstanbul’a gelmiştik.” dedi gözleri gülerek. “Biliyorum, o konsere de geldim zaten.” dedim. Sarılarak ayrıldık, çok içtendi. Şaşkın ve keyifliydim. “Gördün mü?” dedim.  “Hiçbir şey olmadı. Sakin ol”. Evet daha bir şey olmamıştı gerçekten.

Konser başlamak üzereydi. Baştan aşağı bu kırmızı kadife salon adeta konuşuyordu; “Soldan devam edin lütfen.” Salona girdik ve koltuklara oturduk. Ekip yavaş yavaş sahneye geldi ve sonra Ara Malikian yine zıplayarak, adeta başka bir yerden buraya düştüğünü ispatlarcasına pat diye sahnenin ortasına çöktü mitik bir kahraman edasıyla. O gün için kurduğum hayaller, sevdiğim parçayı da çalsın diye avuçlarıma yazıp sahneye göstereceğim tüm manyak kurmacalar gerideydi artık. Anın içindeydi. Tıpkı buraya kadar beni çağıran bu ezgilerin her kulağıma hücum ettiğinde olduğu gibi. İki saate yakın süren evrensel müzik şöleninde sakince zor oturabildiğim koltuğum, koltuktan sarkan ellerim, yer yer toplanan, bazen hareketlenen dizlerim, yanımdaki sakin Fransız çifti de gülümsetmişti. Konser bitmişti. Uzun süre ayakta alkışlar sürdü. “Vay be!” diyordum kendi kendime arka arkaya. “Vay be! Gece gibi gece.”   Şaşkın, keyifli, bitik kalabalığı takip ederek dışarıya yöneldik.

Kapının önündeydik şimdi. Ana kapının yanında, başka bir kapıda kalabalık toplanmıştı. “Entrées d'artistes.” Sanatçı girişlerinin yapıldığı bu kapıda yığılma olmuştu. Sevgilime “Sadece duruyorum, valla, sen sigaranı içene kadar” dedim. Kapının biraz daha açığında kalabalığı izliyordum. Belki de gelirdi kim bilir umuduyla. 3-4 dakika sonra kalabalığın arkasından Nata ellerini açmış bana doğru geliyordu “My friend, come here!” Şaşkınlıkla döndüm, Sevgilime “Sen de gel. “dedi. Elimden tuttu ve bekleşen kalabalığı yararak birlikte yeniden salona giriş yaptık. Dakikalar içinde bu kadar çok saçmalığın olamayacağını kendi kendime hatırlatıyordum ama gerçekten neler oluyordu. Dar bir holde, dev bir deftere, adımı, telefonumu yazdırdı. Yürüyorduk. Az önce sahnede izlediğim tüm ekip hala sahnede enstrümanlarını topluyor ve gülüşerek laflıyordu. Nata önce onların yanına götürdü bizi. Ekibe “Ara'nın istanbul’dan hayranı.” dedi beni işaret ederek. Ekip, “Hola, Hi” diye selamladı.  Sonra bu kırmızı dehlizlerden minare merdivenlerle kulise ulaştık. “Bekle sen geliyorum ben.” dedi. Biz daha ne oluyor diye birbirimize bile bakamamıştık.

Evet, kulisin kapısı açıldı. Ara Malikian karşımdaydı. Ve her şey çok saçmaydı. Kurduğum bir dünya hayalin hiçbirinde bu an yoktu. Bu ana ihtiyaç yoktu. Bu ana özlem de yoktu. Ama o şu an paylaştığımız tüm evrenle birlikte tastamamdı, çoktu. Çok içten bir gülümsemeyle selamladı bizi. Tokalaşmak için uzattığı elini tuttum ve “Parmakların için çok teşekkür ederim” Elimi kalbinin üstüne götürdüm ve “Kalbin için de… Ve saçların… Bu kıvırcık saçların için de çok teşekkür ederim. Ruhları Brahman’a taşıyan arabacı sendin benim için.” dedim.  Tezime yazdığım detayları ve yoga felsefesindeki karşılığından bahsettim, o kadar heyecanın içinde. “Teşekkür ederim.” dedi Türkçe bir şekilde. Türk dostları ve köklerinden aşinaydı topraklarımıza. Evet pek bir duygusallaştım evrenin bu oyunu karşısında. Nata'nın gözleri doldu.  Sarıldık. Vedalaştık. Nata yine elimden tutarak aşağı kadar götürdü. Ne tür yoga yaptığımı sordu. Kendisinin de ilgilendiğini, belki bir gün İstanbul'da beraber yapabileceğimizi söyledi.

Aşağı indiğimizde kalabalık dağılmıştı.  Cadde bomboştu. Yüzümdeki gülümseme gibi…  

Hadi şimdi hiç konuşmadan yürüyelim dedim sevgilime. Hiç konuşmadan...

Bir kasım Paris'i akşamında, biraz ıslak, dar caddelerden otele yürüdük. Biraz ıslanmış gözlerimle, başımı lacivert gökyüzüne kaldırıp “Teşekkür ederim.” dedim. “Harika bir sürprizdi.”