29. Sayı
Röportajlar
Hoş geldiniz! Röportaja başlamadan önce sizi henüz tanımayan okuyucularımız için kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Müziğin içine doğanlardan mısınız? Hangi yaşlarda çevrenizde bir farkındalık yaratıldı da “Ceren” ve “Keman” buluştu? Bu ilk buluşma sık hatırlanır bir anı mı hafızanızda?
Hoşbulduk! Ben kemancı ve besteci Ceren Türkmenoğlu. Müzik eğitimimi Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı, Leipzig Hochschule für Musik und Theater ve Longy School of Music, Bard College’da tamamladım. Şu anda Ankara Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’nda çalışmaktayım. Aynı zamanda Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Yeni Müzik Topluluğu’nda öğretmenlik yapıyorum. Bunların yanı sıra bestelerim ve kendi projelerim üzerinde çalışmaya devam ediyor ve dahil olduğum topluluklarla konserler yapıyorum.
Keman ile çocukken sevgili halam sayesinde tanıştım. Halam bir kemancıydı ve çocukken onu ne zaman keman çalarken görsem hayran oluyordum, ben de öğrenmek istiyordum. Israrlarım üzerine bir gün bana küçük bir keman getirdi ve ilk derslerimi ondan alarak kemana başladım. O sıralarda yaşım çok küçük olmasına rağmen kemana büyük bir tutkuyla sarıldım. Halamın da yönlendirmesiyle ilkokul bitiminde konservatuvar sınavlarına girdim ve müzik yolculuğum başlamış oldu.
Temelde Klasik Batı Müziği eğitimi almış olsam da müziğe bütüncül bir yaklaşıma sahip bir müzisyenim ve geleneksel müziğimize özel bir ilgim var. Kemanın yanı sıra rebab, bendir gibi geleneksel çalgılarımızı da icra ediyorum. Bestelerim ise ilham aldığım pek çok kaynağın dışavurumu oluyor diyebilirim.
Kemanın nasıl bir çalışma disiplini var? Bu alandaki yetenek doğru okul ve eğitimlerle nasıl şekilleniyor? Sizin için hangi okullar yeteneğinizi parlatarak müzik yaşamınıza yön verdi diyebiliriz?
Kemanın, daha doğrusu her enstrümanın oldukça sıkı bir çalışma disiplini var. Küçük yaşlardan itibaren bir öz disiplin oluşturulması gerekiyor ve elbette iyi bir eğitim ve doğru hocaların rehberliği sayesinde öğrencinin yeteneği şekilleniyor. Tek başına yetenek bu safhada yeterli olmuyor. Başlangıç aşamasında doğru yönlendirilmek, öğrencinin müziği ve enstrümanını sevmesi ve kendini geliştirme yolunda durmadan çalışması çok önemli.
Konservatuvarda alınan eğitim yolun sadece başı diye düşünüyorum. Nitekim benim için de arayış, konservatuvardaki 10 yıllık eğitimim bittikten sonra başladı. Bir müzisyen için en önemli şey ona ilham veren insanlardan öğrenmesi, ustalarla çalışması, sınırlarını aşması, kendini ifade edebilmek için kendini geliştirmeye devam etmesi ve etrafını birlikte çalışabileceği, üretebileceği insanlarla donatması diye düşünüyorum. Bu noktada benim müzik yaşamıma yön veren şey eğitim aldığım kurumlardan ziyade yollarımın kesişmesi ayrıcalığını yaşadığım gıpta edilesi müzisyenler ve onlardan öğrendiklerim oldu diyebilirim.
Biraz geniş kapsamlı bir soru olacak ama Türkiye’den ve diğer ülkelerden sanata bakmak… Nasıl farklar var sizce? Birçok kez farklı ülkeler ve yabancı müzisyenlerle çalıştınız. 2017’de Amerika’ya taşındınız ve Longy School of Music Bard College’da keman yüksek lisansınızı tamamladınız. Amerika’daki müzik eğitimi ve çalışma ortamı Türkiye’den nasıl farklılıklar gösteriyor? Bir müzisyen olarak sizi en çok şaşırtan detay neydi?
Evet kapsamlı bir soru, ancak benim hissettiğim en büyük farklılık Amerika’daki müzik ortamının Türkiye’ye kıyasla çok daha yargısız, çok yönlü ve açık görüşlü olmasıydı. Pek çok eğitim kurumunda müziğe bütüncül bir yaklaşım benimsenmiş durumda ve bu da bir müzisyenin daha çok kaynaktan beslenmesinin ve ifade etmek istediklerini özgürce ifade edebilmesinin, kısacası sınırlandırılmamış bir yaratıcılığa ulaşmasının yolunu açıyor. Diğer bir yandan Amerika’daki uluslararası müzik ortamı sayesinde insan, Dünya’nın hemen her köşesinden müzisyenle tanışma ve birlikte bir şeyler üretme fırsatını yakalayabiliyor. Amerika’nın büyük bir ülke olması ve aktif bir sanat ortamına sahip olması da bir müzisyenin kendini geliştirmek ve çalışmak için çok sayıda olanak bulabilmesini sağlıyor.
Benim için şaşırtıcı bir detay ise bizim kültürümüzün büyük zenginliği olan geleneksel müziklerimizin oralarda ne kadar önem gördüğüne şahit olmaktı. Ülkemizde, ne kadar günümüzde azalmış olsa da, müzik türleri arasında bir ayrım gözlemlemek mümkün. Farklı türlerden müzikler yapan insanlar kolay kolay bir araya gelmiyor. En azından benim içinde yetiştiğim Klasik Batı Müziği camiasının böyle bir yapıda olduğunu söyleyebilirim. Orada çok yönlü bir müzik ortamının içinde bulunmak benim için çok ilham verici ve geliştirici oldu.
Bir diğer önemli konu ise müzisyenlerin devamlı sanatçı kimliklerini sorgulamaya ve oluşturmaya teşvik edilmesi, ürettikleriyle neye hizmet etmeyi amaçladıklarının farkında olmaya yönlendirilmesiydi.
Ülkemizde ve dünyada yer aldığınız birçok önemli projeye var; “Güneşin Doğduğu Yerden Müzik” projesi ile The Boston Foundation, “Dünya’dan Yaylı Çalgılar” Tuva Seyahati, Arche Duo ve niceleri... Sizi en çok etkileyen hangisi oldu?
Tuva seyahatim beni en çok etkileyen ve müziğe bakış açımı değiştiren proje oldu diyebilirim. Tuva’dan sayfalarca söz edebilirim, ama burada kısaca bahsedeceğim. Her şey geleneksel çalgılarımızdan biri olan “rebab” ile tanışmamla başladı. Bu sazdan çok etkilenerek tarihini ve kökenini araştırmaya koyuldum, bu esnada yaylı sazların atalarının Orta Asya’dan çıktığını öğrenerek o coğrafyadaki benzerlerine bakmaya başladım. Bu esnada karşıma Tuva Cumhuriyeti çıktı. Rusya sınırlarında özerk bir Türki Cumhuriyet olan Tuva’nın müziği, kültürü ve enstrümanları beni çok etkiledi. Gece gündüz Tuva müziği dinlemeye başlayarak oraya gitmenin hayalini kurmaya başladım. Derken bir araştırma bursu ilanına denk geldim ve fikirlerimi toplayarak bir araştırma seyahati projesi oluşturdum. Başvurum kabul edildi ve Tuva’ya bu araştırma bursu sayesinde gittim.
Orada geçirdiğim yaklaşık 1 aylık zamanda Tuvalı müzisyenlerle birlikte çalma, konser verme, enstrüman yapımcıları ile tanışıp kendime bir geleneksel enstrüman yaptırma, Şaman ayinlerine katılma, konserler dinleme ve etnomüzikologlar ile sohbet etme şansı yakaladım. Gerçekleştirdiğim röportajlar sayesinde pek çok bilgi topladım. Tuva kültüründe müziğin yeri ve doğayla bağlantısını yakından incelemek benim için büyüleyici oldu ve müziğime, bestelerime çok etki etti diyebilirim. Seyahatten sonra yazdığım araştırma makalemi daha sonra Amerika ve İngiltere’de Etnomüzikoloji Konferansları’nda sunma şansı yakaladım.
“Güneşin Doğduğu Yerden Müzik” projesi ile The Boston Foundation’ın proje ödülünü iki yıl üst üste kazandınız. Bu projenin amacı ve içeriği hakkında daha detaylı bilgi verebilir misiniz?
Bu projenin adı Anadolu’dan geliyor. Anadolu, ismini Yunanca “Anatolé” kelimesinden alıyor ve güneşin doğduğu yer, yani “doğu” anlamına geliyor. Bu projedeki amacım ülkemizde sahip olduğumuz zengin müzik kültürünü dinleyici ile buluşturmaktı. Düzenlediğimiz konserlerde coğrafyamızdan ve kültürümüzden müzikler sunduk. The Boston Foundation’un proje ödülü sayesinde konserlerimizi pek çok yere götürme imkânım oldu. Bunlar arasında Harvard Üniversitesi, MIT (Massachusetts Institute of Technology), TUFTS Üniversitesi ve Boston Güzel Sanatlar Müzesi gibi önemli kurumlar vardı.
Konserlerimizden birinde az bilinen ve bilinmeyen repertuvar üzerine yoğunlaşarak Hamparsum defterlerinden günümüz notasına çevrilmiş parçalar icra ettik. Diğer bir konserde Osmanlı dönemi kadın bestekarlarımızın eserlerine yoğunlaştık. Başka bir konserde ise 17.-18. yüzyıllara odaklanarak bu dönemde Osmanlı’ya gelerek Türk Klasik Müziği stilinde eserler vermiş olan Avrupalı bestecilerin ve Türk müziğinden etkilenerek Klasik Batı Müziği tarzında eserler yazmış olan bestecilerin müziğini seslendirdik.
2021 yılında yayınladığınız ilk albümünüz “Mâî” hakkında bilgi verebilir misiniz? Bu albümdeki beste ve düzenlemelerinizin hikayesi nedir? Beste yaparken ilham kaynaklarınız neler oluyor? Doğa, tarih, kişisel deneyimler gibi unsurlar müziğinize nasıl yansıyor?
Aslında ilk başta bir albüm çıkarma amacım yoktu. Pandemide yaşadığımız soyutlanmada müzik yapmayı ve insanlarla paylaşmayı çok özledim. Bir araya gelip müzik yapmaya alışkın biz müzisyenler için birbirimizden ve sahneden bu kadar uzak kalmak zor oldu. Ben de bu süreç içinde besteler yapmaya ve bu besteleri evimde kurduğum ufak stüdyoda elimdeki enstrümanlarla üst üste farklı kanallar halinde çalıp kaydetmeye başladım. Parçalar birikmeye başlayınca değerli arkadaşım, müzisyen ve ses mühendisi Hakan Kurşun’un yönlendirmesiyle bu parçaları bir albümde toplamaya karar verdim. Albüme ismini veren “Mâi” parçası pandemide hayatını kaybedenler için yazdığım bir parçaydı. Albümde beş bestem, Hakan Kurşun ile ortak yaptığımız iki beste ve müziğine hayran olduğum Osmanlı dönemi bestekarımız Dimitri Kantemir’e ait iki parça bulunuyor.
Beste yaparken çok şeyden ilham alabiliyorum. Bazen bir görüntü, bazen bir duygu, bazen de bir hikâye zihnimde sese, melodiye dönüşebiliyor. Beste yapmaya çoğunlukla doğaçlamadan yola çıkarak başlıyorum. Enstrümanımda serbest bir şekilde doğaçlama yaparken ortaya güzel fikirler çıkabiliyor. Bunları yazıp geliştirmeye başlıyorum ve yavaş yavaş müzik şekil alıyor. Doğanın, tarihin veya kişisel deneyimlerin hepsinin bende bir duygusal yansıması oluyor. Sözlerle betimleyemediğim bu hissiyatlar kendilerine müzik halinde bir çıkış noktası buluyor.
Gelecek projeleriniz ve hedefleriniz nelerdir? Şu an da yer aldığınız projeler hakkında bizleri bilgilendirir misiniz?
Bu sene içinde yer aldığım en heyecan verici proje Köroğlu Balesi oldu. Müziğini bestelediğim Köroğlu Balesi’nin ilk gösterimini yoğun bir çalışma dönemi sonunda 11 Şubat 2024’te İstanbul’da, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirdik. Koreografisi Erhan Güzel ve Gökçe Sönmemiş’e ait olan balenin orkestra şefliğini de değerli arkadaşım Erberk Eryılmaz üstlendi. Hem orkestrası hem bale dansçılarıyla birbirinden harika sanatçıların bir araya geldiği projede halk kahramanımız Köroğlu’nun hikayesini balenin dilinden anlattık. İstanbul’da toplam on bir gösterimini yaptığımız Köroğlu Balesi’ne seyircinin ilgisi bizi çok mutlu etti.
Müziği orta büyüklükte bir orkestra için besteledim. Orkestrada yaylı çalgılar (keman, viyola, viyolonsel, kontrbas), vurmalı çalgılar (timpani ve perküsyon), geleneksel çalgılar (kaval, ney, tütek, zurna, bağlama, asma davul) ve arp vardı. Bu çalgılama ile kültürümüzdeki sentezi ve çok yönlülüğü yansıtan bir tını yakalamayı hedefledim. Biz ne tamamen Doğu’yuz ne de tamamen Batı… İşin güzeli biri ya da diğeri olmak zorunda olmayan, bütüncül ve kapsayıcı bir kültürüz. Yemeklerimiz, geleneklerimiz, yaşayış şeklimiz ve dolayısıyla müziğimiz de öyle.
Benim için bu projenin heyecan verici başka bir tarafı ise aynı zamanda orkestranın içinde kemanımla yer almak oldu. Önümüzdeki sezon da gösterilere devam etmeyi umuyoruz.
Önümüzdeki projelerimden bahsetmek gerekirse, şu anda Eylül’de Almanya’da gerçekleşecek bir müzik festivali için bir eser yazmaktayım. Bunun yanı sıra Klasik Keyifler ve Hoppa Project olarak Haziran’da Ayvalık Müzik Festivali kapsamında çok güzel bir konser gerçekleştirdik. Ağustos ayında tekrar bir araya geleceğiz ve bu sefer Osmaniye’de seyirci ile buluşacağız.
Raf DERGİ takipçilerine, aramızdaki genç müzisyenlere, bestecilere, mücadele ve emeklerini sürdürürken tavsiyeleriniz neler olur?
Genç müzisyenlere en büyük öğüdüm müziği ne kadar sevdiklerini hiç unutmadan yollarına ne olursa olsun devam etmeleri olur. Genç bestecilere ise yaratmayı ve üretmeyi yargısız ve sınırsız bir şekilde sürdürmeleri, içlerindeki özgün sesi dinlemelerini tavsiye ederim. Müzikle ilgilenen biri için bence işin sırrı kendini geliştirmeyi sürdürmek, beslenecek kaynaklar bulmak, üretmeye ve ona bir şeyler katacak, birlikte güzel şeyler başaracakları insanlarla birlikte çalışmaktır. Yaratıcı işlerle ilgilenen çoğu kişi içlerindeki veya çevrelerindeki yargılayıcı, sınırlandırıcı seslerin etkisinde kalıp kendine ve sanatına yabancılaşabiliyor. Bu gibi durumların bizi yavaşlatmasına ve durdurmasına izin vermeden üretmeye ve yeni fikirler geliştirmeye devam etmek işin anahtarı diye düşünüyorum. Bir de, koşulların mükemmel olmasını beklersek sonsuza kadar beklemek zorunda kalabiliriz. Bazen zaman yetersizdir; bazen bütçe, bazen başka imkanlar... O yüzden bu gibi durumlarda içinde bulunduğumuz koşulları ve kendi sınırlarımızı kabul ederek elimizden gelenin en iyisini yapmaya odaklanmak, ortaya güzel işler çıkarmak için yapabileceğimiz en iyi şey olur.